📅 28 Kasım 2024 – Perşembe
Sabahın puslu havasında okula doğru yürürken, Polonya’nın gri gökyüzü üzerimize bir battaniye gibi serilmişti. Yağmur hafif hafif yüzümüze çarpıyor, Gliwice sokaklarında ilerlerken içimizde tatlı bir merak hissi uyanıyordu.
Bugünün dersi, “Combating Disinformation” başlığı altındaydı. Eğitmenimiz, modern çağda bilginin nasıl manipüle edildiğini, algoritmaların insanlar üzerindeki etkisini ve sosyal medyada yayılan dezenformasyonun bireyler ile toplumlar üzerindeki yıkıcı sonuçlarını anlattı. Kaynağın güvenilirliğini test etme yolları, doğrulama teknikleri ve medya okuryazarlığının önemi üzerine detaylı bir sunum yapıldı. Bize, yalnızca bilgi tüketen değil; aynı zamanda bilgiyi sorgulayan bireyler olmamız gerektiği bir kez daha hatırlatıldı.
Ardından küçük bir kahve molası verdik. Sıcak içeceklerimizi yudumlarken, farklı ülkelerden gelen arkadaşlarımızla sohbet ettik. Kültürel farklılıklarımızı konuşup güldük, aynı zamanda ne kadar çok ortak yönümüz olduğunu fark ettik.

Mola sonrası sınıfa döndüğümüzde eğitmenimiz bizden oldukça ilginç bir şey istedi: Bir yalan haber yazmamız gerekiyordu. Başta tuhaf gelse de, sahte bir içeriğin nasıl oluşturulduğunu anlamak ve bu tür içeriklerin ne kadar kolay yayılabildiğini görmek çok etkileyiciydi. Kendi yazdığımız yalan haberleri okuduğumuzda, eğlenceli olduğu kadar ürkütücü bir tablo da ortaya çıktı. Gerçek ile kurgu arasındaki o ince çizgi, gözümüzün önünde silikleşmişti.
🍽️ Öğle Yemeği
Dersin ardından, okulun hemen yakınlarında yer alan sıcak ve samimi bir restorana geçtik. İçerideki sıcak atmosfer, dışarıdaki gri Polonya havasını unutturuyordu. Menüde Polonya mutfağına özgü tatlar vardı; bazıları damak tadımıza yabancı gelse de denemek keyifliydi. Kahkahalar eşliğinde geçen bu yemek molası, hem dinlenme hem de bağ kurma anıydı.
🌧️ Kayıp Kalpler, Islak Sokaklar
Yemek sonrası, birkaç arkadaşla birlikte Gliwice’deki bir alışveriş merkezine gitmeye karar verdik. Yağmur hâlâ usul usul yağıyor, caddeler sessizce önümüzde uzanıyordu. Etraftaki binalar, puslu havanın içinde siluet gibi duruyor, trafik ışıklarından geçerken aramızda “koş!” nidaları yükseliyordu. O anlar film sahnesi gibiydi.
AVM’ye ulaştığımızda heyecanımız doruktaydı. Fakat farkında olmadan ikiye ayrıldık. Ne bir buluşma noktası belirlemiştik, ne de birbirimizle iletişim kuracak internet bağlantımız vardı. Polonya hattımız yoktu ve elimizde sadece bir bilinmezlik vardı.
Telefonlar sessiz, gözler arayışta… Birbirimizi bulamayınca çaresizlik ağır bastı. Hava iyice kararmıştı. Yağmur, adeta bir filmdeki dramatik anları desteklercesine hızlanıyordu. Karar verdik: eve dönmeliydik. Ancak… Daha önce bu yolu yalnız yürümemiştik.
İçimdeki pusulaya güvenerek adım attım. Yanımdaki arkadaşım panik içindeydi ama ben, onun içini rahatlatmak için güçlü olmam gerektiğini biliyordum. Önce sabah yediğimiz restoranı bulduk, ardından okulu… Ve oradan sonrası bir mucize gibi aktı. Tanıdık sokaklar bize yol oldu.
Eve ulaştığımızda hemen internetle bağlanıp herkese haber verdik. Hocalarımız, arkadaşlarımız… Hepsi çok endişelenmişti. Sonra geldiler. Oturduk, konuştuk, güldük… Günün sonunda en çok söylediğimiz şey şu oldu: “Kaybolmak bazen bulunmanın en güzel halidir.”
Bugün kaybolduk ama belki de en çok kendimizi bulduk. Yağmurun altında, yalnız adımlar atarken içimde bir şeyler netleşti: Yolum belki ıslaktı ama cesaretim kuruydu.
– Sudenaz Sılay